Kiminin eli iş tutar, kiminin kalem… Elin ikinci tuttuğunu yaşamımın varoluş şekline çevirdiğimden diğer yaşanmışlıklar pek bir sığ gelir. Yaşarım ve yazarım. Bilirim ki yaşanmadan yazılmıyor…
İnsan geçici olan ömründe tutturduğu “kendilik” değerini her an istendik bir şekilde gündeminin en üst köşesinde tutarken, aynaya bakıp diğer siluetler ışığında bazen güler, bazen hüzünlenir… Genelde de kendine çekilir.
Oysaki gökyüzü kimseye ilk kez bir acı ya da hüzün yaşatmıyor… Mutluluk da…
Herkesin gündemi biricik dursa da o kadar bilindik ki…
Çok film izlerim, çok insanın iç dünyasını dinlerim, daha da… Hiç biricik görmedim. Lakin hep biricik olduğunu düşünenler gördüm. Ben de öyleydim, geçti… Çünkü yaş almaya başladım.
Aslında ömrümüzün en güzel yılları diye bir şeyin olmadığını anladım. Yok öyle bir şey. Her adımda yeniden keşfettiğimiz nefes alışlarımızın tadı değişiyor sadece. 20 li yaşların nefesi ile orta yaşın nefesi farklı akıyor vücudumuzda, yüreğimizde…
Aşklar da böyle. Çocuk yaşlarda deli akan yürek, orta yaşlarda sağlam ve duyarlı akıyor… İleriki yaşlarda acele tarafından hızlı akacağını öngörerek, şu andan ön görü pek şık durmayacağından onu da o zaman yazarım.
Hayat akıyor hem de en hızlısından. Acısı, tatlısı, güzeli, iyisi, dert vereni… Ne ararsan geliyor dışardan aldıkça… Bazen yürekler de böyle… Dışarıya inat eder gibi derin derin yanıyor. Napsın ki başka.
Gençliğin silik izleri inceden sızıyor herkese… Anılar inceden vuruyor yüreğe… İnce lakin derin… Suyun şiddeti sürekliliğinden der gibi, hep vuran, hep güden hep sersemleten bir iz…
Eteğimizden tutanlara inat yaşıyoruz aslında. Eteğimizden tutan “bizden” oldukça söylenmek de olmuyor. Neyi kime söyleyeceğiz ki…
Eski mezarlıklar ne çok şey anlatıyor. Yenileri çiçek dolu olduğundan eskiler daha bir vurucu akıyor… Konuşuyor sanki “ Noldu çok mu zordasın, sabret geçecek “ der gibi… Ama bizim için ölecek zaman yok. Çünkü hemhal olduğumuz hayat, bize bunun için izin de vermiyor. Ansızın bitecek nefese çalım atar gibi üstelik.
İnsanız işte!